Herkes Doğru; Bir O, Yanlış: Albert Camus - Yabancı

"Özgürlük, eğer başkalarına da vermeye razı değilseniz, 
kendinizin de sahip olamayacağı tek şeydir"
W. Allen White



"Ya normal olan ben isem ve diğerleri anormalse?" sorusu kendi kendime en çok sorduğum sorulardan biridir. Normalin tanımı nedir, kim yapmıştır, normallik kriterleri nasıl belirlenmiştir bilmiyoruz. İnançlarımızı saf dışı bırakırsak, günümüzde geçerli ahlaki ilkelerin, neden doğru veya neden yanlış olduğunu da bilmiyoruz. Bizlere dayatılan normallik, ahlak, doğru, yanlış vs. ilkeleri sadece toplumun çoğunluğu kabul ettiği için kabul ediyoruz. Oysa pek çoğumuzun varoluşa dair sıklıkla kendini sorguladığı konular bunlar. Başlangıçta çok derine inmeden önce size kitabı tanıtayım. Kitap Can Yayınları tarafından basılmış ve Samih Tiryakioğlu tarafından dilimize çevrilmiş, karton kapaklı 119 sayfa. Albert Camus, kahramanı Mersault aracılığıyla, insanoğlunun varoluş mücadelesine, birbirlerine ve zamanla kendisine nasıl yabancılaşabileceğini çok akıcı bir üslupla anlatıyor. Mersault'nun bir Arap'ı öldürmesi üzerine hikayenin giriftleştiği, Mersault'nun bu cinayet eyleminden çok, geçmişinin ve bize yakın bir tabirle gamsızlığının toplum üzerinde yarattığı tesirin sonuçlarının tartışıldığı bir roman. Gerçekten de kendisini ölüme götüren yolda, işlediği suçtan çok, karakterinin tartışma konusu olduğu aslında insanlığın kendi varoluşunu sorguya çektiği bir yargılama sürecine tanıklık ediyorsunuz. Genelde klasiklerin okunması zor eserler olduğuna dair geniş bir öngörü vardır insanlarda. Bu öngörüyü, Yabancı için bir kenara bırakabilirsiniz. Çok çabuk okunabilmesinin yanı sıra, aynı çabuklukla içselleştirebiliyorsunuz kitabı. Camus'nün anlatım yeteneği diğer varoluşçu yazarlara göre, daha az boğucu. Bu arada bu boğuculuktan kastımın olumsuz bir eleştiri olmadığını, Kafka'nın Dava'sını tanıtırken açıklamıştım, ancak okumamış olanlar için tekrar edeyim. Bana göre kitaplar, sadece kolay okunabildiği veya eğlendirdiği için değil, bazen de boğduğu, gerdiği, sıktığı ve hayatın bunaltıcılığını, varoluşun karanlık dehlizlerini insanı bıktıran bir kötümser dalgayla yoğurduğu için de okunabilmelidir. Hali hazırda bazı eserleri klasik sınıflandırmasına sokan, hacimli kitaplar, anlamsız diyaloglar vb. unsurlar değildir. Bana göre, onların okuyana kazandırdıkları, devirlerinin üstünde bir anlatım gücüne sahip olmaları, belirli bir zaman diliminde geçiyor olmalarına karşın, zamansızlık içerisinde bir takım sorgulamaları beraberinde getirmeleri olabilmelidir. Elbette kimler bir romanın klasik olmasına karar veriyor sorusunu da, başlangıçta geçirdiğimiz sorgulama safhası arasına alabiliriz, ancak şimdilik "birileri klasik olmasına karar vermiş" diyerek geçiştirmek en doğrusu. 

Klasikler, benim tanımlamama göre devrinin üzerinde bir anlatım gücüne sahip iseler o halde bu payeyi kazanabilirler. Bu anlamda da Yabancı benim gözümde klasik bir eser olmanın da ötesinde, muhakkak okunması gereken bir kitaptır. İnsanı insan yapan nedir? Düşünebilmesi mi? Bir takım sesleri düzene koyarak "konuşma" dediği şeyi icat edip, kendini ifade edebilmesi mi? Bedeni mi? Ruhu mu? bu sorulara ciltler dolusu kitaba sığmayacak, milyonlarca teori ile cevap verilebilir. İlahi metinler, tarih, mitolojiler bu cevabı vermek için geniş kalıpları muhataplarına sunabilir. Ya da günümüzde insanlar kendilerini inançların ve siyasi ideolojilerin kalıpları ile tanımlamayı, hayatlarını bu kapalı görüşler içerisinde tanıtmayı ve anlamlandırmayı seçebilirler. Ancak insanın varoluş amacı nedir? Bizler ilahi metinlere göre dünyaya bozgunculuk yapmak için gelen bir tür müyüz? Ya da amaçsızca belirli bir evrim sürecini takip ederek, bir amfibi olarak geldiğimiz dünyadan, bir kriptonlu olarak çıkacağımız bir sürecin piyonları mıyız? Dediğim gibi bu tip soruları cevaplayabilecek kalıplar var. Buna rağmen belirli noktalarda hepsi tıkanmakta. İnanç doğrultusunda varoluşu yorumlayanların da, bilim doğrultusunda varoluşu yorumlayanların da tıkandığı tek bir nokta var. Doğru nedir? Sana göre doğru olan, bir başkasına göre doğru değil ise, o zaman bahsettiğimiz şey doğru olabilir mi? Çoğunluğun fikir ve iradesine sahip olmak doğru ise çoğunluğun içerisinde bir lanet gibi yayılan huzursuzluğun, "yanlış mı yapıyoruz" korkusunun önüne nasıl geçilememektedir? İşte yukarıda sorduğum soruların ekseni etrafında sizi uzun sorgulamalara sürükleyebilecek bir kitap size tanıttığım. Varlığımızın ve eylemlerimizin anlamını sorgulayan, bizleri kendi kendimize yabancılaştıran bir eser. Belki de sırf bu yüzden, özellikle varoluşçuluk felsefesinin pençesi altındaysanız defalarca okunması gereken bir eser aynı zamanda. Çünkü olay örgüsü içerisinde sorgulanan tek bir şey yok. Mersault'nun kendini incelediği bölümler de ayrıca dikkat çekicidir. Camus'nün muazzam ortam betimlemeleri eşliğinde, bir hücrenin çürümüş kokusunu veya cayır cayır yanan bir plajın getirdiği havayı solumamak mümkün değildir.

Kitapta iddia makamı Mersault için idam istemektedir. Bunu gerçekleştirebilmek için ise suçun vasfını değil, Mersault'un karakterini sorgulamaya açar. Çünkü toplumun kurallarına, yabancılaştığı dayatmaların kendi varlık sebepleri olduğuna inanmaktadır insanlar. O yüzdendir ki, kendisi gibi olmayanın yaşam hakkı olmamalıdır. Bu kitabı okumadan önce ve de okuduktan sonra, çok uzun zamandır düşündüğüm ve varoluşumuza dair kendi kendime verebildiğim bazı cevaplar mevcut. Bence insan, sadece insandır. Kendisini bir kalıba sokmak zorunda kalmadan, kendi doğrularını yaşamasına izin verilmesi gereken, ancak kendi doğrularını başkasına dayatmayan; kendi yanlışlarını veya kendi mükemmeliyetini ise düşünce potasında eritmesine izin verilmesi gereken bir varlıktır. İşte bu sebeple bana göre ideoloji diye bir şey yoktur. Çünkü her ideolojinin içerisinde bir miktar var olan "yanlışlık" zamanla kişinin kendisini sıkıştırdığı kalıbı parçalayıp, yön bilmez bir şekilde dağılmasına sebebiyet verir. Dünyada yedi milyar insan varsa, yedi milyar düşünce olmalı ve insanlar da aslında olan biten her şeyin, beynimizdeki sinirler arasındaki elektrik iletiminin sonucu olduğunun farkına varmalıdır. Eylemleri doğuran düşüncelerin sorgulanmaya başlaması, bizleri sadece birbirimizin varlığına katlanamamaya götürmektedir. Ayrımı iyi yapmanızı isterim. Düşünceleri tartışmak ile aynı düşünceye sahip olmadığınız insanlarla birlikte yaşamak istememek arasında çok ciddi fark vardır. Hepimiz birbirimize kendi inanç, inançsızlık ve ideolojilerini dayatma mecburiyeti hisseden, aslında farklılıklara tahammül edemeyen, kendimizi ve etrafımızdaki sınırları "normal, anormal", "doğru, yanlış", "ahlak, ahlaksızlık" vd. tel örgülerle sarma eğilimi gösteren varlıklarız. Gerçekte varoluş amacımızın doğru olanı yapmak olduğunu iddia ederken, her gün yanlış eylemlere imza atmaktan çekinmeyen, yaptığı hataları kabul etmeyen, etse bile bu hataların gerekli olduğunu savunan varlıklarız. Karşımızda yer alan insanlar, var olduğu için, kendimize taraf bulmak zorunda kalan veya bir tarafta yer aldığı için karşısında bir sürü öfkeli insan bulan varlıklarız. Ve bütün bu anlattıklarıma rağmen, anlattıklarımın doğruluğunun bile kesin olamayacağı bir düzenin parçalarıyız. İşte bu kitap böyle düşüncelerin kafanızın içerisinde vızır vızır işlemesine sebep oluyor. Peki sizce gerçekten, varoluşumuzun amacı nedir? 

Belki de birbirimize saygı duymayı öğrenmek olabilir mi?