Yarışmalardan Esinlenerek Doğan İsyan: Açlık Oyunları Serisi - Suzanne Collins

"Mutlu Açlık Oyunları ve şans sonsuza dek sizinle olsun"



Bazı roman serileri çarpıcı hayal güçleri, yarattıkları ortamın ürkütücülüğüne rağmen içerdiği sürükleyicilik sayesinde, insanda okurken duygularını dışa vurmak mecburiyeti hissettirir. İşte günümüz popüler kültür simgelerinden biri haline gelmek üzere olan Açlık Oyunları serisi de bu serilerin önde gelen temsilcilerinden. Aslında peşinden gençleri sürüklemesinin yanı sıra, bir distopyayı anlatıyor olmasına rağmen, popüler kültürün geniş kanatları altında büyüyen gençlik tarafından bu denli benimseniyor olmasının da ciddi biçimde araştırma konusu yapılması gerektiğini düşünüyorum. Şu ana kadar çekilen filmlerinin getirdiği başarının yanı sıra, dünya çok satanlar listesini inanılmaz zorlamış olan bu seriyle ilgili söylenebilecek pek çok şey bu zamana değin söylenmiştir diye düşünüyorum. Bu yüzden bahsedilse bile üzerinde pek durulmamış bir açıdan bakacağım bu seriye. Ne var ki, adetim olduğu üzere önce sizlere tek tek serideki kitapları ve okuyucuya ne vaat ettiklerini anlatıp, daha sonra kimsenin değinmediğini düşündüğüm bu hususu dikkatinize sunmak istiyorum. Öncelikle serinin bütün kitapları Pegasus Yayınları tarafından basılmış. Son dönemin çok satan önemli kitaplarının çoğunu okuyucuyla buluşturması açısından yayıncı kuruluş büyük bir boşluğu dolduruyor. Hikaye, günümüz Kuzey Amerika'sının bulunduğu yerde yaşayan Panem ulusu ve bu ulusu Capitol isimli merkezden acımasız bir şekilde idare eden bir diktatörlüğün hakim olduğu coğrafyada ki sıkıntıları anlatarak başlıyor. Başkente bağlı ve her biri Capitol'e karşı farklı yükümlülükleri yerine getirme ve farklı ihtiyaçları karşılama amacıyla kurulmuş ve sömürülen on iki mıntıka var. Serimizin esas kızı Katniss Everdeen'de 12. mıntıkada yaşamakta. Capitol'un daha önceki isyan girişimlerini şiddetle bastırmakla kalmayıp, bu durumu diğer mıntıkalar için travmatik bir kurguya dönüştürmek için, televizyonlarda yayınlanan bir ölüm-kalım yarışması düzenleyip, isyan eden on iki mıntıkanın her birinden ikişer tane "haraç" yani isyan etmelerinin bedeli olarak ölmesi çok yüksek ihtimal taşıyan bir oğlanı ve bir kızı bu yarışma da yarışmacı olmaya zorluyorlar. Açlık Oyunları'da çok reyting getiren, Capitol halkının inanılmaz arzuyla beklediği bu yarışmanın, programın ya da olayın ismi.

İlk kitapta, bu açlık oyunlarından birisine duygusal sebeplerle yarışmacı olan esas kızımız Katniss ile sonradan esas oğlanımız olacak Peeta'nın 12. mıntıkayı temsilen katılış hikayelerini ve bu yarışmada yaşadıklarını okuyoruz. Suzanne Collins yarışma ortamını, maruz kalınan muameleyi, hem mıntıkaların, hem de Capitol'un ortamını okuyucuya yaşatmak konusunda gerçekten vurucu bir anlatıma sahip. Kitapları iki sene önce okumuş olmama rağmen, özellikle ilk kitabı okurken, ara ara eşime dönüp "böyle bir kitap olamaz, çok harika gidiyor" dediğimi net bir şekilde hatırlıyorum. Karakterlerin arka planında kurgulanmış hikayeler, ilk bakışta basit ve vahşi bir yarışma olarak gördüğümüz olayın, algı sınırlarımızdan dışarı taşarak, bir varoluş ve kurtuluş mücadelesine dönüşmeye çalışmasını evre evre hissediyorsunuz. Haymitch gibi iticiliğinden hayranlık doğuran bir karakterle tanıştırması açısından da çok vurucu bir roman. Anlatımın güzelliği, yazarın duygulanmanızı istediği noktalarda, istediği duyguyu size yaşatabilmesi açısından çok üst düzeyde. Kurgunun esasına ilişkin edeceğim bir paragraflık lafı kenara bırakırsak, serinin en heyecanlı, en merak uyandıran, en hareketli ve en duygusal tepkileri içeren romanının ilki olduğu konusunda her türlü tartışmaya girmeye hazırım. Aslında seri romanların, belirli istisnalar hariç kaderlerinin hep aynı olması gibi bir sorun mevcuttur. Okuyucu genellikle; kurgu, kurgunun geçtiği coğrafya, karakterler ve olay örgüsü ile ilk kez tanıştığı için çok satan serilerin ilk kitapları her zaman için en başarılı kitaplar olmuştur. Bu tip serilerin istisnalarını da yakın gelecekte tanıtmayı düşünmekle birlikte, bu genel geçer kanı ne yazık ki Açlık Oyunları serisi için de geçerlidir. Hatta seride düz bir eğri halinde düşüş mevcut olduğuna da inanmaktayım. Elbette bu durum serinin çok satanlar listesinde olması ve özellikle gençliği kasıp kavuran bir fenomen olmasını engellemiyor; ancak serinin üçüncü kitabı olan Alaycı Kuş ile Açlık Oyunları kesinlikle kıyas tutmayacak derecede birbirlerinden farklı.

Serinin ikinci kitabı olan Ateşi Yakalamak'da ise Katniss ve Peeta'yı yeniden 12. mıntıkada buluyoruz. İlki kadar olmasa da, yine epey sürükleyici olan bir kitapta ana kurguyu besleyen hikayeye yeni referanslar eklenmekle birlikte, yazar ilk kitaptaki yarışmanın farklı sebeplerle düzenlenmiş bir tekrarını okutmak istiyor bizlere. Bu durumda aklıma ilk gelen şey, uzun yıllar albüm çıkarmış sanatçıların sanat yaşamlarının sonlarına doğru çıkardıkları, tanımı pek sevmesem de dillere pelesenk olmuş "Best Of" albümler oluyor. Bir seri içerisinde aynı kurgunun, küçük farklılıklarla bir benzerini işlemek bana epey sürükleyici gelmiş ilk kitaptaki hikayenin kaymağını biraz daha yemeye çalışmak gibi geliyor. Oysa ikinci kitapta ana kurguyu sağlamlaştıran ve okuyucuyu devamını merak etme konusunda inanılmaz arzulandıran bir 13. mıntıka mevzusu da varken, tekrar bir "best of" açlık oyunları düzenlemek ve bunun üzerinden kurguyu tekrar etmek okuyucunun ağzında yavan bir tat bırakabiliyor. Bu arada seriyi çok büyük heyecanla ve severek okuduğum hususunun tekrar altını çizmek isterim. Ancak distopyalara ve distopik türdeki romanlara karşı zaafımın yanı sıra, anlattığı distopyanın özgünlüğüne de çok önem veririm. Açlık Oyunları'na dair tartıştığım husus ise çok iyi kurgulanmış, sürükleyici, heyecan verici, sayfaları arka arkaya okumak için insanı sürekli iteleyen bir kitabın ne derece özgün olduğu ve edebi anlamda da, piyasada gördüğü değeri görmeyi hak edip etmediğidir. Bu anlamda da, Açlık Oyunlarının çok satan bir seri olmasını normal karşılamakla birlikte, hakkındaki eleştirilerin çoğunun, romanı olduğundan çok çok daha fazla göstermeye çalışması olduğunu düşünüyorum. Ateşi Yakalamak yine tempolu, etkileyici ve heyecan verici bir roman olmakla birlikte, bende ilk kitabın yarattığı sansasyonel etkiyi yaratmadı. Sonuna nasıl geldiğimi bilemediğim bir sürükleyiciliğe rağmen, yukarıdaki bir kaç husus roman boyunca hep kafama takıldı. Hatta kötü cenahta yer alan karakterlerin psikolojik tahlillerine girişilse daha da ilgi çekici olmaz mıydı diye epey düşündüm.

Serinin üçüncü kitabı olan Alaycı Kuş ise temponun düşmesi ile beraber, kurguda merak edilen pek çok noktanın aydınlanmaya başlaması ile seriyi tam anlamıyla distopik eserler sınıfının rayına sokan kitap olmuş. Capitol'e ve temsil ettiği her şeye karşı başlatılan bir direnişin, kederli ama onurlu mücadelesini aktarıyor olması açısından, seri içerisindeki en durgun; ama bir o kadar da düşündüren kitap üçüncüsü olmuş. Finale dair durumu kitabın orta yerinden itibaren açık eden ve "bu eseri bir klasik yapmak için, mutlu son olmamasına gayret ediyorum" manasına gelecek kurgusal müdahaleler bazı yerlerde fazla hissediliyor olsa da kısa bir döneme damgasını vuran bazı çok satan romanlardan beklenmeyecek kalıcılık ve anlatıma sahip olduğu yadsınamaz. Açlık Oyunları serisinin hikayesi inanılmaz sürükleyici. Kendinizi Katniss ile birlikte mutasyona uğramış arılardan kaçarken, ya da avlanmak için Gale ile birlikte 12. mıntıka sınırlarının dışına çıkarken hayal etmeniz mümkün. Suzanne Collins'in anlatımı, betimlemeleri ve kurguya esas coğrafyanın tanıtımını yapmak anlamında inanılmaz bir üslubu var. Elbette ana dilinde okumadığımız için burada çevirmenin de hakkını teslim etmek gerekiyor. Baştan beri bahsettiğim bu sürükleyicilik, bazı zamanlar uykudan feragat ederek, kısa bir sürede bu seriyi bitirmenize ön ayak oluyor. Kendi adıma, tüm seriyi dört buçuk günde bitirdiğimi de not düşeyim. Elbette bütün bu güzelliğine rağmen, okuduğum ilk andan beri kafamı kurcalayan bir esinlenme problemi var. Zira lise yıllarımda okuduğum bir Stephen King romanına özellikle bazı açılardan, neredeyse aynılık derecesinde benziyor.

Bahsettiğim romanın adı "Azrail Koşuyor". Neden aynılık derecesinde olduğunu belirtmek için size kısaca romanı tanıtmam gerekiyor. Kütüphanemde halen sakladığım ender King kitaplarından biri olduğundan, önümüzdeki ay ayrıca tanıtmayı da düşünüyorum. Azrail Koşuyorda iki farklı hikaye var. İlkinde 2023 senesinde, ülkenin yöneticilerinin sınıf farklılıkları sebebiyle böldüğü bir toplumda, bir kısım refah içerisinde yaşarken, bir kısım da şehrin sınırlarının ötesinde bir bölgede açlık ve sefaletle mücadele etmektedir. Televizyon devlet kontrolündedir, ülke bölgelere ayrılmış ve demir yumrukla yönetilir haldedir. Yoksul insanların ailelerine bakabilmek ve para kazanabilmek için kullanabilecekleri tek yol yarışma programlarına katılmaktır. Tesadüfe bakın ki, bu yarışmalardan birisi de, pek çok adayın katıldığı ve peşlerinde kendilerini avlamaya çalışan ödül avcılarından kaçtıkları, yakalanmanın ölümleri anlamına geldiği bir yarışma programıdır. Katılanlardan sadece en son ayakta kalan kazanan olarak çıkacaktır. Ana kurgu ile birlikte, programı izleyenler ile Capitol ahalisi birbirlerine pek benzemektedir. Mekan kurgusu, Capitol ve mıntıkalar arasındaki benzerlikler, ana karakterlerin yarışmaya katılma mecburiyetleri açısından da bakılırsa çok ciddi bir esinlenme olduğundan şüphe etmemek elde değil. Bunun dışında sponsorların rolleri, sürekli kaçma, saklanma veya kendisini kovalayanları öldürme mecburiyeti, yarışmacıların her türlü kamera ile her açıdan izlenebiliyor olması gibi unsurlar bu kitapta net bir şekilde yer almaktadır. Kaldı ki ikinci hikaye olan Uzun Yürüyüşte de çocuklar arasında düzenlenen bir yürüyüş müsabakası olup, bu yürüme yarışında yürüyemeyecek kadar yorulup düşenler önce uyarılıyor, sonra da öldürülüyorlardır. Yarışmayı yine tek kişi kazanabilecektir. Bu konuyla ilgili tevatürler sonrasında Suzanne Collins'in bu kitabı hiç okumadığını söylediği, hatta Stephen King'in seriyi çok beğendiğini söylediği için en fazla bir esinlenmenin söz konusu olabileceği yönünde pek çok eleştiri okudum. Ancak bir blog sitesinde gördüğüm, Azrail Koşuyor incelemesinde, Stephen King'in Açlık Oyunlarından etkilenmiş olabileceğine dair bir yorum görünce gerçekten asabım bozuldu. Size bahsettiğim romanın ilk hikayesi olan "The Running Man" in dünya genelinde ilk baskısı 1982, Türkiye'deki son baskısı ise 1999 yılında yapılmış. Bu durumda, çok satan serilere dünyaca ünlü popüler kültür ikonlarına bağlanma tutkusuyla bağlananların, kitap seçmek ve eleştirmek konusunda biraz daha titiz olması gerektiğine inanıyorum. Esinlenme noktasına gelince, burada esinlenmekten kastedilen şeyin ne olduğunu iyice anlamak gereklidir. Eğer bir ana fikri alıp etrafına bir öncekinin güncellenmiş hali olan bir dünya ve bir öncekinde bulunmayan bir direniş hikayesi ekleyerek yeni bir kurgu oluşturmak, esinlenmek anlamına geliyorsa, bu durumda Suzanne Collins'in hiç okumadığı iddia edilen bu kitaptan ciddi şekilde esinlendiğini varsayabiliriz.

Beni bir çok satan düşmanı ya da serinin kendisine düşman olarak algılayacak olanlar varsa, entelektüel popülizmine varacak elitist eleştirilerden hoşlanmadığımı belirteyim. Hayal gücümü delice koşturan kitaplara bayıldığımı, hele ki bunlardan birisinin de Açlık Oyunları serisi olduğunu bir kaç kez belirttim. Lakin kitap okumaktan kasıt, sadece yazılanları okuyup, sonra unutmak olmamalıdır. Her kitabın insana katacakları bir kaç şey ve onlardan götüreceği bir kaç şey mevcuttur. Eğer okuduklarımızın, eser vücuda gelirken hangi bulutlardan nem alıp, hangi toprağa yağmur bıraktığını bilemezsek elimizde sadece kurak bir vaha kalır.

Seriyi mutlaka edinin ve okuyun, gerçekten çok eğlenceli. Fakat, eğer bir sahafta bulabilirseniz, önce muhakkak Stephen King'in Azrail Koşuyor kitabını okuyun. O zaman ne kadar haklı veya ne kadar haksız olduğuma daha iyi karar verebilirsiniz.

Yeni kitap incelemelerinde görüşmek dileğiyle.