Abidinpaşa'da Bir Gecekondudan Yükselen Ses: Hatırla Beni - Misli Baydoğan

"Bilerek, isteyerek soyunmalıydı insan toprağa"



Önceki yazılarımı okuyanlar ara ara üzerinde durduğum, ideolojilerin boşluğuna olan inancım hakkında fikir sahibi olmuşlardır. Bunu bir gurur vesilesi olarak değil de, daha çok bir tercih olduğu için sık sık vurguluyorum. Elbette hayat görüşüm bazı ideolojilere yakınlık arz etmekte, ancak bu ülkenin pek çok ideolog ve siyasetçi tarafından defalarca sömürüldüğünü gördüğüm, okuduğum ve inandığım için, milli bir kimlik ve kültürden daha fazlasını hayat görüşümün içerisine sokmak istemedim. Sloganların altını dolduramadığı ideolojiler karmaşadan başka bir şey getirmemiştir bu ülkeye. Ülkemizin sosyal tarihi açısından karşıt görüşlü insanların doğurduğu en büyük karmaşalardan birisi de 12 Eylül olsa gerek. Çağdaşım olan pek çok insan gibi bizzat yaşamadığım bir dönemdir. Ailemin yaşadıklarını aktardıkları, okuduklarım, izlediklerim doğrultusunda insanların birbirlerine sırf farklı düşündükleri için bu kadar zalim davrandığını idrak edememişimdir. Lakin burada farklı olan bir durum olarak ailemin yaşadıklarını aktardıkları ile okuduğum, izlediğim görüşler hep karşıttı. 12 Eylül ve öncesi ile ilgili olarak yıllardır en rahatsız olduğum durum, sol görüşlü insanların oluşturduğu tek taraflı bir 12 Eylül edebiyatı ve 12 Eylül sineması oluşturmuş olmalarıdır. Sadece sol görüşlü insanların idealist olduğu, iyi olduğu, gerçek mücadeleyi verdiği bunun dışında sağcı, milliyetçi, ülkücülerin katil olduğu, bağnaz olduğu, Türkiye'yi ucu bucağı görünmeyen bir karanlığa sürükledikleri yolundaki subliminal mesaj dolu diziler, kitaplar, filmlerden o kadar gına gelmiş durumdaydı ki, bırakın bu dönemi anlatan bir kitabı okumayı veya bir filmi izlemeyi, bambaşka bir konuya sahip roman veya inceleme kitabında dahi benzeri referanslar gördüğümde kitabı bırakmış, televizyonu kapatmış, sinemadan çıkmışlığım vardır. Oysa ailemden -ki insanın ilk limanı ve doğal olarak en çok güvendiği insanlardan- duyduklarım hiç o süslü filmlerde ki, idealist, dürüst, namuslu, ülkesinden başka bir şey düşünmeyen yeşil parkalı özgürlük savaşçılarından bahsetmiyordu. Aksine, annemin karnında sapasağlam doğmaya hazır bekleyen hiç görmediğim ablamın doğumu için ebeyi çağırdıklarında "onlar sağ görüşlüdür" diyerek doğuma gelmediğini ve ablamın anne karnında nefessiz kalarak öldüğünü biliyorum. Ya da sadece işini yapmaya çalışırken, silahlı eylem yapmaya çalışan öğrencilerin -ki bir öğrencinin asli görevi silahlı eylem yapmaktır(!)- silahlarını toplayarak görevini yerine getirdiği için evi dinamitlenen, hedef gösterilen bir adamın oğlu olduğumu biliyorum. Sürgün tayinleri, başarılı bir insanı mesleğiyle tehdit etmeyi ve bütün bunların sebebi olarak rahmetli dedem için evde mevlid okutulmasının gösterilmesi, dolayısıyla bunun da yobaz olduğumuza delil teşkil edeceğini iddia etmeleri gibi Aydınlık bir Türkiye emeliyle, insanların birbirlerini boğazlamaları, hor görmeleri ve öldürmelerinin özgürlük savaşları olarak kaleme alınmasına hiç değinmiyorum. Kafamdan bütün bunlar geçerken Misli Baydoğan'ın Hatırla Beni kitabını elime aldım. Bir ay önce Ankara'ya yağan meşhur kar vardı. Kitabın yazarı sosyal medyada uzun süredir takip ettiğim ve hayat görüşüne dair kendi çapımda çıkarımda bulunabileceğim birisi olduğundan, 12 Eylül temalı bir kitap olarak ilgimi çekti. Çünkü kendisini iyi yetiştirmiş olduğunu sosyal medyadan takip ederek fark etmiş olduğum bir milliyetçinin kaleminden bu dönemi okumak "benim için" bir ilk olacaktı. Düşüncelerimle ilgili uzun girizgahın ardından gelelim kitaba. Berikan Yayınları tarafından yayınlanmış karton kapaklı 407 sayfalık bir roman. Ülkücü bir ağabeyin kız kardeşi olan Gülden'in günlüğüyle başlıyor roman. Okuduğunuz süre boyunca bir genç kızın günlüğünde anlattıkları ile ne kadar devam edip edemeyeceğinizi düşünürken on sayfaya kalmadan birden kendinizi o dönemin Ankara'sında Abidinpaşada bir gecekonduda buluyorsunuz. Mekanların ve insanların sahiciliği, dönemin Ankara'sının anlatımı çok etkileyici.

Hatırla Beni'nin benim açımdan en ilgi çekici kısmı Ankara'da geçiyor olması. Fanatik bir Ankara aşığı olarak, Ankara'da geçen romanlara inanılmaz ilgi duyduğumu saklamayacağım. Ama 1979'un Ankara'sı ve hikayenin geçtiği çoğu yerin günümüzdeki halini biliyor olmam, okuma zevkimi daha da arttırdı. Bir noktadan itibaren, Gülden'in günlüğünden ziyade bir hikayenin kronolojik akışına şahitlik etmekte olduğunuzu da fark ediyorsunuz. Baydoğan'ın kaleminde sol eğilimli edebiyatta olduğu gibi karşıt görüşü aşağılama, yaftalama veya itham etme cümleleri yok. Kendi görüşünü ve inançlarını sorgulayan kesime karşı sergilenen sessiz bir öfke var. Belki de muhafazakar eğilime sahip sağ görüşün en karakteristik özelliği olan kendi içinde kapalı olmanın etkisi de var bunda. Zira bu zamana kadar sağ kesimden bu döneme ilişkin pek çok hikaye anlatılmış, roman yazılmış olabilir ancak Hatırla Beni bu noktada kendi içine kapanan bir roman değil. Aksine, sadece kendi düşüncesini paylaşan insanlara değil, bütün okuyucuya anlatacak kapsamda, bir kez olsun milliyetçi bir insanın penceresinden bu olayların nasıl gözlemlendiğini anlatıyor. Gülden'in Murat'a olan aşkı çok kıymetli, çok gizli, çok içten. Şahsi olarak romanlardaki süslü aşk hikayelerini sevmeyen ve belki de bu sebeple teması aşk olan kitaplardan ısrarla imtina eden biri olarak, Gülden ile Murat'ın arasında olan, daha doğrusu Gülden'in Murat'a hislerinden vücuda getirmiş olduğu duygular okurken beni rahatsız etmedi. Gülden'in duygularını ifade ederken yaşadığı iniş çıkışlar, yazarın karakteri oluştururken planladığı bir unsur olarak kendini göstermiş. İçinde bir aşk hikayesi olmasına rağmen, romanın başat unsuru 12 Eylül döneminde hep ötelenmiş, hikayeleri işitilmek istenmemiş bir güruhun yaşadıklarını vurgulamak olarak ön plana çıkmış. Kitabın günlük kısmı ise aynı zamanda kırılma noktası olan Temmuz 1980'e kadar devam ediyor. O andan itibaren yine Gülden'in ağzından ancak tarihsiz ve dört sene sonrasından dahil oluyorsunuz hikayeye. İlk romanı olmasına karşın epey etkilendiğim Baydoğan'ın yazarlığını bu noktadan sonra daha fazla takdir edilesi buldum. Zira romanın ilerleyişi ve anlatımı dört sene olgunlaşıverdi birden. Gülden'in başından geçenlerle talihsiz bir şekilde kazandığı tecrübesi ilgi çekici şekilde kitaba sirayet etmeye başladı. Bu değişimi görünce, romanın başlangıç kısmında ufak tefek olsa da eğreti gelen kısımların bilinçli bir tercih olduğunun farkına vardım. Bir diğer önemli vurgu olarak gördüğüm, görülen işkenceye dair olguların yansıtılması, o dönemi okuyan insanların işkence konusundaki sol eksenli ön yargılı bakış açısını değiştirecek cinsten. Yazının başında dediğim gibi Türk siyasi tarihinin eski dönemleri o kadar tek taraflı anlatılmaktadır ki, bildiğiniz şeyleri bile size unutturabilir. Medya ve edebiyat destekli en büyük ön yargılardan birisi de 12 Eylül'de sadece sol görüşlü insanların işkence gördüğü, hapis yattığı, öldürüldüğü, zulüm ve baskı görmüş olması algısıdır. Oysa bu konuda da hep tek taraflı bir algı oluşmuştur. Bu algının bence iki önemli sebebi vardır. Birisi, bir tarafın sürekli acısından dem vurması ve bunu dile getirmesi ise, ikincisi de diğer tarafın bu acılarla mücadele etmenin yolu olarak susmayı ve içine atmayı tercih etmiş olmasıdır. Elbette her iki ideolojinin devlete bakış açıları da bu durumu açıklayacak şifreler içermektedir. İşte bu noktada yazarın kitabın adıyla müsemma olarak okuyucuya pek çok şeyi hatırlattığını anladım.

Bu dönemi karşıt görüşü tarafından da taşkın bir seviyeye gelmeden okunabilecek halde kaleme almış bir roman aranıyorsa bence bunun miladı Hatırla Beni olabilir. Zira Milliyetçi edebiyatın biraz kendi çevresi ve içinde kapalı olması sıkıntısını aşabilecek bir üsluba sahip. Geçmişte kendisini dışarıya tanıtmak ve insanları kendi düşüncesi etrafında toplamak için reklamvari stratejilerden uzak durmak gibi içe kapalı yol izleyen sağ siyasetinin güncel ideologlarının daha kararlı, kendisini daha iyi ifade edebilen ve argümanlarını karşısındakilere daha ikna edici olarak sunabilen eğitimli bir altyapısı var. Yıllardır suskunluğu ve içe kapanıklığını yobazlık ve sığlık olarak algılayan bir kesime kendi düşünce dünyasının derinliğini keşfetmek için sunulmuş bir zeytin dalı gibi de görebilirsiniz. Bu nebze katmanlı, bir genç kızın saf düşüncelerinden, eylemli ideolojiye geçişinin etkili şekilde anlatıldığı, kaybedilenlerin karşısında hiçbir şey kazanılamamış olunmasının vurgulanması adına muazzam bir roman. Bir ilk roman olarak hiç sırıtmayan ve kalemi ile bir dönemi ailemden dinlediklerim ekseninde okumamı sağlayan Misli Baydoğan'ın da adını bundan sonra çok daha fazla duyacağımıza yürekten inandım. Ülkemizde sadece Denizler, Mahirler, Yusuflar, Berkinler değil, Güldenler, Nerminler, Muratlar olduğunu, kurgusal karakterlerin dışına çıkarak sadece son dönemimize baktığımızda dahi Fıratlar olduğunu işaret edebilmesi açısından okunmayı ve anlaşılmayı hak eden bir roman okudum. Türk edebiyatının uzun dönemdir, belli bir ideolojinin entelektüel zırhı altına saklanmış benmerkezci ve kalıplaşmış tek taraflı anlatımlarını yıkabilecek kadar güçlü bir kalemi okumaya davet ediyorum sizleri. Yakından takip ettiğim için de kısa sürede ilk baskısının bitmiş olduğunu öğrenmek beni mutlu etti. Özellikle hafızaya en çok ihtiyaç duyduğumuz günlere doğru yaklaşırken, unutmamak, hatırlamak ve belki de yaraları sarmadan bırakmanın gerektiğini anlamak için muhakkak okumanızı tavsiye ediyorum. Son söz olarak ihtiyatlılık veya ideoloji sahibi olmamakla alakalı olarak hep kendime tekrar ettiğim cümleyle bitirmek istiyorum.

"Sağa veya sola sapan yollara gitmek yerine, herkesin dosdoğru ortadan, gerçeğe doğru ilerlediği bir yolumuz olması dileğiyle"


Kitaplarla kalın.